Nerelerdeydik...

17 Mart 2019 Pazar

Viyana

İlk yurt dışı seyahatlerimizi çocuklarımızın da keyif alması için Euro Disney ve Legoland eğlence parklarına odaklanarak gerçekleştirmiştik. Günümüzün önemli kısmını adrenalin salgılayarak geçirdikten sonra olanağımız varsa kaldığımız şehri ve civarını gezerek ülkenin kültürünü öğrenmeye çalışıyor ve yaşayış tarzını anlamaya çalışıyorduk.

2018 yılında bir değişikliğe imza atarak doğrudan kültür turu yapmaya karar verdik. Ailemizin en küçüğü çok memnun kalmasa da onun da gönlünü alacak ayrıntılara özen göstererek Viyana'yı tercih ettik.

Avusturya, asırlar boyunca biz Türkler'in Avrupa içlerine olan ilerleyişini dikkatle takip eden, Osmanlı'yı hükümranlığına karşı en büyük tehdit olarak gören Habsburg hanedanının ülkesi. Kadim bir başkent olmasının yanında Orta Avrupa sanatının önemli merkezlerinden biri olarak da kendine haklı bir yer edinen Viyana'da belediye binasına yakın bir konumda bulunan, temiz, alçakgönüllü bir otelde konakladık. Otelin metro durağına yakın olması bir diğer önemli tercih sebebimizdi.


Orta Avrupa'nın karakteristik gotik mimarisinin bir örneği olan belediye binasının hemen arkasındaki alanda hummalı bir LGBT etkinliği hazırlığı vardı. Gökkuşağı rengindeki bayrakların süslediği alanda kurulan küçük çadırlarda bizim için oldukça farklı yaklaşımlara tanık olduk. Bize yabancı gelen, Türkiye'de olumsuz karşılanan, gelenekçi gruplar tarafından tehditler alan LGBT etkinliğinin burada alışık olmadığımız bir hoşgörü ile yaşanması bizi hem şaşırttı hem de farklı olana gösterilen anlayış bakımından mutlu etti. "Bizden olmayana" yaşam hakkı tanımadığımız; dinimizin hoşgörü emrediyor olmasına rağmen bizim toplum olarak anlayış göstermek istemediğimiz; "farklı" olana karşı sergilediğimiz toplumal sert duruşumuzun tam aksi yönündeki bu tutum sosyolojik bir incelemeyi hak ediyor sanırım.


Belediye binasını arkamıza alıp şehir merkezine doğru yürümeye başladığımızda, şehrin ayrılmaz birer parçası olarak karşımıza çıkan şehir parklarının insan ruhunu huzura kavuşturan dinginliği, çiçek tarhları ve süs havuzlarıyla bezenmiş olarak bizleri buyur etti.

Hemen sonrasında da şehrin önemli yapılarından biri olan tiyatro binası bizi karşıladı. Viyana'da kaldığımız süre zarfında şahit olacağımız üzere bu tip tarihi binalar, orijinal halleriyle korunmakta ve hizmet vermeye devam etmekte. Binaların, özellikle de tarih ve mimari açıdan kıymeti olanların şehrin kültürel varlığının en önemli unsurları olduğunu idrak etmemek olanaksız.


Şehir merkezine vardığımızda bizleri neredeyse her köşe başında karşılayarak şaşırtmayı başaran heykeller; barındırdıkları ince ayrıntılarla ve hikâye ettikleri yarı dinî yarı efsanevî olaylarla geçmişe doğru bir zaman köprüsü oluşturuyordu adeta.


Avrupa'da hemen hemen her şehrin simgesi haline gelmiş bir katedral veya kilise mevcut. Viyana'nın simgesi de Aziz Stephen Katedrali. Tanrı'ya erişmek, sesini göklere duyurmak, zerresi olduğu bütüne ulaşmak çabasıyla gökyüzüne yükselen görkemli bir yapı...


Katedralin içi de dışı gibi insanı etkileyen bir kompozisyona sahip. Aziz heykelleriyle, ikonalarla bezenmiş; her biri tek başına mimari nitelik barındıran sütunlar üzerinde yükselen çatının farklı bir derinlik barındırdığını ifade etmek gerek. Bu mimari tarzın barındırdığı, ayrıntılara olan aşırı eğilim Aziz Stephen Katedrali'nin her köşesine hâkim. Pagan inancının motiflerini taşıyan hikâyeleri taşa yontmuşlar gibi. Bunları yorumlamak için Hristiyanlık'taki menkıbeleri bilmek gerekiyor belki de.


Viyana, görkemli yapılarıyla ve bu mimari kompleksleri tamamlayan geniş gezinti alanlarıyla konuklarını ağırlayan ağırbaşlı bir ev sahibini andırıyor.


Bu görkemli yapıları gördüğünde, onların coğrafyadan ve toplumdan bağımsız olarak yüzyıllar öncesinden yüzyıllar sonrasına uzanan varlıklar olduklarına inanıyor insan.


Her biri siyasal, toplumsal, kültürel mirasın kıymetleri olarak zamana meydan okuyor. Binaların durumuna bakınca, düzenli olarak bakımdan geçmekte olduklarını anlıyor insan. Milletlerin tarihsel akıllarının yansımaları olduklarını düşündüğümüzde binalara gösterilen özenin, aslında tarihe gösterilen saygının ifadesi olduğunu düşünmek yanlış olmaz.


Viyana'da mimarinin kendi haricindeki sanatlara ev sahipliği yaptığı örneklerden biri Belvedere Sarayı. Büyük bir bahçenin her iki ucunda yer alan binalar bütününden oluşan sarayın Yukarı Belvedere olarak anılan kısmında Avusturya'nın sanat tarihi hakkında kronolojik sırayla derlenmiş bilgilere ve farklı dönemleri örnekleyen eserlerden oluşan bir seçkiye ulaşıyoruz. 


Belvedere Sarayı'nda sergilenen resimlerden özellikle iki tanesine hayran kaldığımı ifade etmeliyim. İlki, Gustav Klimt'in fırçasından tuvale yansıttığı ve yoğun bir duygu seliyle vücuda geldiği anlaşılan "Öpücük (The Kiss)" isimli meşhur eseri. Bir erkek ve bir kadının muhteşem bir his yoğunluğu içerisinde bütünleştiği; bu bütünleşmenin herhangi bir bedeni zevk ve erotizmden arınmışlığının kuvvetle duyumsandığı; estetik açıdan zirveye ulaşmış bir baş yapıt olarak Klimt koleksiyonundaki seçkin yerini alıyor tablo.


Beni etkileyen ikinci tablo, Jacques-Louis David'in fırçasında hayat bulmuş "Alpler'i Geçen Napolyon (Napoleon Crossing the Alps)" oldu. Resimdeki gerçeklik o kadar canlı ve dinamik ki, Bonaparte'ın ordusuyla birlikte Saint-Bernard geçidinde olduğunu duyumsuyor insan. İmparatorun İtalya'daki Avusturya ordusuna karşı giriştiği şaşırtma harekâtından aktarılan bu canlandırma, onun tüm Avrupa'yı fethetme arzusunun bir kanıtı misali tabloya yansımış durumda.


Habsburg hanedanının yazlık sarayı olarak kullanılmış Schönbrunn Sarayı, Viyana'da görülmesi gereken tarihi mekânlardan bir diğeri. Bahçesinin ihtişamı bizi o kadar etkiledi ki, binanın içini gezmek yerine dış mekânın her karışını zihnimize nakşetmek adına yavaş yavaş, sindire sindire dolaştık. Oldukça büyük bir bahçenin taş yapıyla birlikte meydana getirdiği göze görkem saray kompleksi, gezeni hayran bırakan bir ihtişama sahip.


Bahçenin ortasında yer alan havuzun içinde yer alan boşluğa girip akan suların ardından saray binasına bakıldığında aşağıdaki gibi bir manzara ortaya çıkıyor. Havada dağılan damlacıkların yarattığı şeffaf perdenin arkasından asırlar öncesinde yaşanmış bir hükümranlığın sessiz tanığını seyrederken insan, tarih sayfalarında bir yolculuğa çıkıyor ister istemez.


Bahçenin üst kısmında yer alan küçük (!) camlı köşk, muhtemelen bahçede gezintiye çıkan hanedan mensuplarının dinlenmesi için inşa edilmiş. Tüm bahçeye ve sarayın ana binasına hâkim bir set üzerinde yer alan köşkte verilen molaların anıları ve burada porselen takımlarla içilen çayın kokusu her yana sinmiş gibi.


Viyana... Bir imparatorluk başkenti olduğunu kendisini ziyarete gelen konuklarına tüm ihtişamıyla hâlâ duyumsatan bir şehir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder