Nerelerdeydik...

16 Temmuz 2017 Pazar

Rothenburg ob der Tauber

Üç yıl önceki Avrupa seyahatimiz sonrasında çocuklarımıza Legoland'e gitmek için verdiğimiz sözü 2017 yılının Temmuz ayında yerine getirebildik nihayet. Oldukça eğlenceli geçen iki günlük Legoland ziyaretimizden sonra, Almanya'ya gelmişken ülkenin en ünlü tarihi kentlerinden biri olan Rothenburg ob der Tauber'i görmeden dönmek istemedik.

İsminin Türkçe karşılığı "Tauber Nehri üzerindeki kırmızı kale" olan şehrin kuruluşu 1170 yılına uzanıyor. Habsburg Kralı Rudolf 1274 yılında kente özerklik tanıyarak "doğrudan imparatorluğa bağlı şehir" statüsü kazandırmış. O tarihten sonra sürekli olarak gelişen şehir, Kutsal Roma İmparatorluğu sınırları içerisindeki yirmi büyük kentten biri haline gelmiş. Ne var ki, Otuz Yıl Savaşları sırasında Katolik Tilly Kontu'nun ordusu tarafından 1631 yılında kuşatılarak teslim alınmış ve yıkıma uğramış. 1634 yılındaki veba salgınından sonra ise bir daha eski günlerine kavuşamamış ve büyüyememiş. Şehir surları içerisinde kalan eski yerleşim bölgesi 17. yüzyıl dönemindeki görüntüsünü olduğu gibi korumaya devam ediyor.

Tarihi şehrin dışında arabamızı park edip bize en yakın kapıdan içeri adımımızı attık. Yüksek bir gözetleme kulesinin kale nöbetçisi misali tüm azametiyle dikildiği kapı bizi bambaşka bir âleme davet eder gibiydi.


Şehrin girişinden merkezine uzanan yolun iki yanında, çoğunluğu turistik hatıra eşyalar satan dükkanlar karşıladı bizi. Biraz ilerledikten sonra, yolun üzerinde kemerli bir yapı şeklinde inşa edilmiş saat kulesi ile karşılaştık. Şehirde bizi selamlayacak olan birçok saat kulesinden sadece biriymiş meğer.


Saat kulesine "hoşçakal" deyip sağında ve solunda insanı hayranlık içerisinde bırakan ahşap oyuncakların ve süslerin bulunduğu dükkanları geze geze şehrin ana meydanına vardık. Sokaktan meydana adım attığımızda tam karşımızda belediye sarayı ve onun hemen sağında da bir başka saat kulesi ile karşılaştık. Almanların "Marktplatz" olarak adlandırdıkları bu pazar meydanı farklı ülkelerden binlerce turisti cezbeden bir tılsım gibi bizi de etkisine alıverdi hemen. Meydanı dolduran insanlar mı canlıydı yalnızca; yoksa binalar, kuleler ve taş yollar da nefes alıp veriyor muydu ayırdına varmakta zorlanıyor insan.


Ara sokaklarda gezinirken şehrin orta çağdan kalma çehresinin yanında girişine azıcık mizah katılmış; geometrinin sıkıcı dik kesitlerinden biraz olsun uzaklaşmak istemiş alçakgönüllü bir ev ile de karşılaştık. Tekdüzelikten uzak, özgün mimariyle inşa edilmiş bu şehirde binalar insanları kucaklıyor gibi sanki.


Şehri boylu boyunca kat eden yoldan hiç ayrılmadan yürümeye devam ettiğimizde geniş bir parka, daha doğrusu büyük bir bahçeye ulaştık. Gölgeleriyle ve yapraklarının arasında gezinen rüzgârın fısıldadığı şarkılarla insana huzur veren ulu ağaçların arasında yürürken doğanın başlı başına bir mucize olduğunun bir kez daha farkına varıyor insan.


Parktan bakıldığında, yüksek kuleleriyle bulutlara dokunmak istercesine gökyüzüne kollarını uzatmış şehri yemyeşil bir şala sarınmış gibi görmek insana ayrı bir mutluluk veriyor. İnsanoğlunun vücuda getirdiği bir şehrin doğayla bu denli uyum içerisinde olması ise insanın doğaya ait bir varlık olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.


Parktan çıkıp yeniden şehir merkezine yürümeye başladığımızda bu kez dört bir tarafındaki yüzlerden sular akıtan bir çeşmeyle karşılaştık.


Sırtımızı çeşmeye verip yeniden meydana doğru yürürken yüksek bir kulenin tepesinde gezinen insanları fark edince biz de şehri 52 metre yüksekten görmeye karar verdik.


Belediye binasının içerisinden önce sarmal bir merdivenle, ardından gittikçe dikleşen ve daralan basamaklarla ulaşılan kulenin en üst noktasından şehri ve çevresini izlemek gerçekten tarif edilemez bir duygu. Az önce yürüdüğümüz meydanı ve çevresindeki binaları bu şekilde görüyor olmak; bize bir gün önce ziyaret ettiğimiz Legoland'i çağrıştırmadı değil.


Şehrin sokaklarını arşınlamaya devam ederken bir başka kemerli saat kulesi ve pencere pervazlarında rengârenk çiçekleriyle eski çağlardan kalma bir ev "merhaba" dedi bize.


Gün akşama kavuşurken biz de şehir meydanına farklı bir sokağın ağzından bir kez daha bakıp yavaş yavaş şehre giriş yaptığımız kapıya doğru ilerlemeye başladık.


Doğanın tarihle yüzyıllar boyu iç içe yaşadığı, masal âleminden çıkıp bugüne ulaşmış hissi uyandıran Rothenburg ob der Tauber, onu ruhlarında yaşayan insanlar sayesinde gelecekteki yüzyıllara da kavuşacak gibi duruyor. Tarihi yaşatmak için çok büyük çabalar ve paralar sarf edilmesi gerekmediğini, insanoğlunun yaşadığı ortama ona saygı duyarak sahip çıkmasının yeterli olduğunu görüp bunu kendi ülkemizde başaramıyor olmanın hüznü içerisinde geri dönüyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder