Türkiyem'in öyle yerleri var ki, insan; ömrü oldukça oralardaki güzellikleri görmek, gördükçe yaşadığını hissetmek, o güzellikleri seyrederken soluduğu havayı tüm hücrelerinde duyumsamak istiyor. Defalarca gitmekten sıkılmayacağı, üşenmeyeceği; doğanın kültürle harmanlandığı, birbirlerini tamamladığı yerler buralar. Üçüncü kez ziyaret ettiğimiz Safranbolu, işte böyle bir mekân.
Safranbolu, asırlar öncesinden devraldığı mirası ilk günlü coşkusuyla koruyan, daha doğrusu o coşkuyu aynı heyecanla yaşamaya devam eden canlı bir doku. Havasını soludukça, Arnavut kaldırımı sokaklarını arşınladıkça insanı saydamlaştıran ve zamandan özgürleştirmeyi başaran...
İlk kez 1990'lı yılların sonunda gittiğimizde, eskiden Rum mahallesi olarak anılan, o yıllarda yeni ilçe merkezinin şekillenmeye başladığı yerde konaklamış ve arabamızla hergün eski şehir merkezine inmiştik. O yıllarda daha az ziyaretçisi vardı. Eski Safranbolu evleri haricindeki tarihi binalarının çoğu harap ve bakımsızlıktan acınacak durumda idiler. Hükümet Konağı, Cinci Hanı ve benzerleri birer yıkıntıdan farksızdı.
Bu sene 23 Nisan'da ailecek ziyaret ettik Safranbolu'yu. Hıdırlık Tepesi'nden eski şehir merkezinin panoramasını izlemek, sadece gözlere değil, yüreklere de bir ziyafet.
Yıllar önce bir yangında tamamen yanıp dört duvardan ibaret kalmış Hükümet Konağı aslına uygun restore edilerek bir müze kimliğine kavuşturulmuş. En alt katı, artık yok olmaya yüz tutmuş yöreye has zanaatları bizlere anımsatmak üzere düzenlenmiş. Yemenicilik, semercilik, terzilik, demircilik, kunduracılık... Ustaları bu dünyayı terk etmiş, sahipsiz kalmış, el verilecek çıraklar, kalfalar olmadığı için artık yalnızca mankenlerin süslediği canlandırmalarla bizlere aktarılmaya çalışılan el sanatlarının sessiz dekorunu izlemek insana hüzün veriyor. Yüksek bir girişle ulaşılan ilk kat ile ikinci kat ise yöresel kıyafetlerin, tarihi eserlerin, bir zamanlar orada yaşamış ahalinin kullandığı günlük eşyaların sergilendiği odalardan oluşuyor. Geniş bir bölüm ise bilgisayarın tarihini anlatmak üzere özel olarak düzenlenmiş.
Konağın çevre düzenlemesi yapılırken Safranbolu'nun tarihi saat kulesine eşlik etmeleri için Türkiye'deki saat kulelerinin maketleri bahçeye konumlandırılmış. Gerçek saat kulesi tüm azametiyle, ailenin büyük ferdi gibi en arkada durmuş, Anadolu'nun dört bir yanında zamanı hatırlatan kardeşlerini kolluyor gibi. Saat kulesine bekçilik eden, saatin mekanizmasının bakımını yapan yaşlı bir amca bize bu eserin tarihçesini, saat zembereğinin nasıl çalıştığını, saatin nasıl kurulduğunu ayrıntılarıyla anlattı. Saat tam on ikiyi vurduğunda kulede oturmuş amcayı dinliyorduk. Saatin çanına vuran kola hareketini veren düzeneğin işleyişini hayranlıkla izledik. Yüzyıllar öncesinden bugüne kavuşabilmiş mekanik mucizenin hâlâ "saat gibi" tıkır tıkır çalışıyor olması; "bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ" sözünü ne de güzel doğruluyor.
Konağın bahçesinden şehre bu defa başka bir açıdan bakarken merkezde yer alan camilerin, arastanın, beyaz esvaplarını kuşanmış Safranbolu evlerinin insana sunduğu o doyum olmaz manzarayı zihnime ve yüreğime nakşetmeye gayret ettim. İnsanın baktıkça doyamadığı, bakışlarını ayırmak istemediği o eşsiz dokudan kolay ayıramıyor gözlerini insan.
Arasta, ortasında önlü arkalı dükkânların yer aldığı bir orta blok ile bu bloğu çepeçevre kuşatan Arnavut kaldırımı yürüyüş yolu ve onun da dışında yine dükkânların sıralandığı bir dış duvardan oluşuyor. Minik minik odacıklar yan yana dizilmişler. Arastada bulunan şık kahvehanede soluklanıp güzel bir sunumla ikram edilen kahvelerimizi içtik. Şehir merkezindeki fiyatlarla kıyaslandığında pahalı olmakla birlikte, oturup da çevrenizi seyrettiğinizde aslında kahve için değil, arastanın o insanı "bugünden" soyutlayarak sarmalayan ortamı için para ödediğinizi anlıyorsunuz.
Arastadan çıkıp merkezden biraz öteye, çarşının insanı rahatsız etmeyen kalabalığından uzağa gittiğinizde demirciler çarşısına vardık. Burası, arasta ve merkez çarşı kadar yoğun olmayan bir mahalle. Döküm demirden mamul çok değişik aksesuarlar karşıladı bizleri. Eski kılıçlar, çanlar, kapı tokmakları, biblolar, miğferler... En çok da bir dükkânın kapısının üzerindeki şu özlü söz hoşuma gitti:
Eski şehir merkezinin dışına çıkıp bir zamanlar Rum mahallesi denilen bölgeyi de oldukça gerimizde bırakarak Bulak Mencilis mağarasına gittik. Girişine merdivenle ulaşılan mağarada özellikle fotoğraf çekmedim. Gönlüm ne içerideki sarkıtlara ve dikitlere zarar vermeye razı oldu, ne de bu doğal güzelliği dijital dünyanın çerçevesine hapsetmeye. Mağarada kimi zaman tek kişinin ancak geçebileceği genişlikte bir patika boyunca yürüyüp doğanın asırlar boyunca şekil verdiği ve vermeye de devam ettiği amorf heykelleri hayranlıkla izleyerek bir sarmal merdivene ulaştık. Buradan aşağı inerek yolumuza devam ettik. Patika bir su altı gölünde son buldu. Oradan sonrasına profesyonel mağaracı değilseniz devam edemiyorsunuz. Biz de geldiğimiz yolu gerisin geriye takip ederek mağaradan çıktık ve aşağıdaki yola doğru yürüdük. Burada mağaradan çıkan su küçük bir şelaleye dönüşüp ilkbaharın uyanmakta olan renklerine karışarak akıp gidiyor.
Safranbolu'nun civarı da turizme açılmış. Tokatlı Kanyonu ve bu kanyonun hemen üzerindeki Kristal Teras, ziyaretçileri görsel bir şölen ile karşılıyor. Kanyona inerken bizi selamlayan İncekaya Su Kemeri'ni unutmamak gerek. Restore edildikten sonra eski görkemli günlerine kavuşmuş gibi.
Tokatlı Deresi'nin içinden aktığı kanyona inmeden önce Kristal Teras'ta mola verip ruhlarımıza açılan pencerelerimizden gün ışığında yıkanan kayaların ihtişamını seyreyledik. Gözün gördüğü, ruhlarımıza besin oldu.
Aylardan Nisan olmakla birlikte doğa; daha tam uyanamadan yatağından kalmış bir canlıyı andırıyor. Ağaçların bir kısmı güneşe kavuşup yeşermiş, bir kısmı daha esniyor ve yeşilin patlayacağı anı bekliyor.
Kanyonun dibine uzun bir merdivenle inip de başımızı kaldırıp yukarı baktığımızda, az önce üzerinde durup ziyafet sofrasındaymışız gibi hissettiğimiz Kristal Teras'ı gördük. Az ürkütücü bir görüntü değil hani. Altı kayalıklarla dolu bir cam zemin üzerinde yürümüşüz meğer. Yukarıdayken, cam zeminden aşağıya bakmamaya özellikle gayret sarf etmiştim oysa.
Kâh kayalardan aşağı sakin sakin dökülerek koşturan, kâh durağanlaşıp gölcükler oluşturan ve yosunların gözleri yoran yeşiliyle bezenen dere; doğaya hayat vermekle kalmıyor, insanın hayatına da hayat katıyor.
Ve nihayet Yörük Köyü... Safranbolu'ya iki defa gelip de bir türlü gitmediğimiz, tarihin sayfalarından çıkmış da vücuda gelmiş gibi duran, zaman tünelinden geçip bu yüzyıla erişmiş bir köy. Ziyarete açık bir müze evin içine girdiğimizde dışarıdaki nemli ve boğucu havayı da eşiğin dışında bırakıyoruz. Ahşap ile dokumanın el ele verip bizleri karşıladığı odaları teker teker geziyor; bir zamanlar bu ahşap zemini arşınlayan, sedirlerde oturup keyif kahvelerini yudumlayan, ocakta pişen yemeği sakin sakin kaşıklayan insanları hayal etmeye çalışıyorum. Telaştan uzak, sükûn içinde geçen ömürler...
Duvarları süsleyen motifler eski bir masalı fısıldamaya devam ediyor sanki. İnce bir zevkle dikilmiş perdeler, hiç kapanmayacakmış gibi duran göz kapakları odaların. Güneşi tüm içtenliğiyle içeriye buyur eden geniş pencereler. Bu pencerelerden dışarıyı seyredip dudaklarından dualarını eksik etmeyen yaşlı amcalar, teyzeler...
Hâlâ oradalarmış, bizleri izleyip muzip muzip gülümsüyorlarmış hissine kapılıyorum. Birazdan okunacak ezanla birlikte namazlarını kılacaklar, yer sofrasının çevresine dizilip yiyecekleri yemekten sonra da ocağın yavaş yavaş küllenen ateşine bakarak hülyalarında yitip gidecekler. Saydamlaşıp birer hayal olacaklar. Tıpkı şimdi oldukları gibi.
Mutfak olarak kullanılan odaya girdiğimizde çok eski bir dost karşıladı bizleri. Sadece kap kacağın değil, kimi yiyeceklerin de bozulmadan muhafaza edildiği tel dolaplar. Şimdinin, içerisinde ne olduğunu göstermeyen ketum kapakları ardına saklanan dolaplarının aksine tel dolaplar tüm içtenliğiyle gösterir içinde ne varsa. Anlayacağınız, içi dışı birdir tel dolabın. Eski insanlar bilerek mi yapmışlardır tel dolapları? İçi dış bir olan insanların yaşadığı devirlerde her eşya da kendileri gibi olmalı diye düşünmüş olabilirler mi?
Mekânlar, farklı mevsimlerde farklı öyküler anlatırlar ziyaretçilerine. Daha önceki gelişlerimiz sonbahara ve kışa denk gelmişti. Bu defa ilkbaharda nasip oldu Safranbolu'ya gelmek. Bir dahaki sefere bakalım hangi mevsimde kavuşacağız birbirimize?
Safranbolu, asırlar öncesinden devraldığı mirası ilk günlü coşkusuyla koruyan, daha doğrusu o coşkuyu aynı heyecanla yaşamaya devam eden canlı bir doku. Havasını soludukça, Arnavut kaldırımı sokaklarını arşınladıkça insanı saydamlaştıran ve zamandan özgürleştirmeyi başaran...
Bu sene 23 Nisan'da ailecek ziyaret ettik Safranbolu'yu. Hıdırlık Tepesi'nden eski şehir merkezinin panoramasını izlemek, sadece gözlere değil, yüreklere de bir ziyafet.
Yıllar önce bir yangında tamamen yanıp dört duvardan ibaret kalmış Hükümet Konağı aslına uygun restore edilerek bir müze kimliğine kavuşturulmuş. En alt katı, artık yok olmaya yüz tutmuş yöreye has zanaatları bizlere anımsatmak üzere düzenlenmiş. Yemenicilik, semercilik, terzilik, demircilik, kunduracılık... Ustaları bu dünyayı terk etmiş, sahipsiz kalmış, el verilecek çıraklar, kalfalar olmadığı için artık yalnızca mankenlerin süslediği canlandırmalarla bizlere aktarılmaya çalışılan el sanatlarının sessiz dekorunu izlemek insana hüzün veriyor. Yüksek bir girişle ulaşılan ilk kat ile ikinci kat ise yöresel kıyafetlerin, tarihi eserlerin, bir zamanlar orada yaşamış ahalinin kullandığı günlük eşyaların sergilendiği odalardan oluşuyor. Geniş bir bölüm ise bilgisayarın tarihini anlatmak üzere özel olarak düzenlenmiş.
Konağın çevre düzenlemesi yapılırken Safranbolu'nun tarihi saat kulesine eşlik etmeleri için Türkiye'deki saat kulelerinin maketleri bahçeye konumlandırılmış. Gerçek saat kulesi tüm azametiyle, ailenin büyük ferdi gibi en arkada durmuş, Anadolu'nun dört bir yanında zamanı hatırlatan kardeşlerini kolluyor gibi. Saat kulesine bekçilik eden, saatin mekanizmasının bakımını yapan yaşlı bir amca bize bu eserin tarihçesini, saat zembereğinin nasıl çalıştığını, saatin nasıl kurulduğunu ayrıntılarıyla anlattı. Saat tam on ikiyi vurduğunda kulede oturmuş amcayı dinliyorduk. Saatin çanına vuran kola hareketini veren düzeneğin işleyişini hayranlıkla izledik. Yüzyıllar öncesinden bugüne kavuşabilmiş mekanik mucizenin hâlâ "saat gibi" tıkır tıkır çalışıyor olması; "bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ" sözünü ne de güzel doğruluyor.
Konağın bahçesinden şehre bu defa başka bir açıdan bakarken merkezde yer alan camilerin, arastanın, beyaz esvaplarını kuşanmış Safranbolu evlerinin insana sunduğu o doyum olmaz manzarayı zihnime ve yüreğime nakşetmeye gayret ettim. İnsanın baktıkça doyamadığı, bakışlarını ayırmak istemediği o eşsiz dokudan kolay ayıramıyor gözlerini insan.
Şehrin merkezinde bulunan arastada, yöresel olduğunu düşündüğüm dokuma kumaştan elbiseler, kumaş çantalar, deri çantalar, hediyelik eşyalar ve artık tarih kitaplarındaki yerini almaya başlayacak gibi duran yemeniler satılıyor. Yemeni imal eden ustalar yavaş yavaş terk ettikçe dünyamızı, arkadan yetişip ustasından el almış çıraklar, kalfalar da olmayınca bir zanaat daha tarih olup gidecek korkarım.
Arasta, ortasında önlü arkalı dükkânların yer aldığı bir orta blok ile bu bloğu çepeçevre kuşatan Arnavut kaldırımı yürüyüş yolu ve onun da dışında yine dükkânların sıralandığı bir dış duvardan oluşuyor. Minik minik odacıklar yan yana dizilmişler. Arastada bulunan şık kahvehanede soluklanıp güzel bir sunumla ikram edilen kahvelerimizi içtik. Şehir merkezindeki fiyatlarla kıyaslandığında pahalı olmakla birlikte, oturup da çevrenizi seyrettiğinizde aslında kahve için değil, arastanın o insanı "bugünden" soyutlayarak sarmalayan ortamı için para ödediğinizi anlıyorsunuz.
"Demir tava geldi
Kömür bitti.
Akıl başa geldi
Ömür bitti."
Dükkânlardaki ürünlerin çokluğuna baktığımda kömür pek de bitmiş gibi gözükmüyordu!
Eski şehir merkezinin dışına çıkıp bir zamanlar Rum mahallesi denilen bölgeyi de oldukça gerimizde bırakarak Bulak Mencilis mağarasına gittik. Girişine merdivenle ulaşılan mağarada özellikle fotoğraf çekmedim. Gönlüm ne içerideki sarkıtlara ve dikitlere zarar vermeye razı oldu, ne de bu doğal güzelliği dijital dünyanın çerçevesine hapsetmeye. Mağarada kimi zaman tek kişinin ancak geçebileceği genişlikte bir patika boyunca yürüyüp doğanın asırlar boyunca şekil verdiği ve vermeye de devam ettiği amorf heykelleri hayranlıkla izleyerek bir sarmal merdivene ulaştık. Buradan aşağı inerek yolumuza devam ettik. Patika bir su altı gölünde son buldu. Oradan sonrasına profesyonel mağaracı değilseniz devam edemiyorsunuz. Biz de geldiğimiz yolu gerisin geriye takip ederek mağaradan çıktık ve aşağıdaki yola doğru yürüdük. Burada mağaradan çıkan su küçük bir şelaleye dönüşüp ilkbaharın uyanmakta olan renklerine karışarak akıp gidiyor.
Safranbolu'nun civarı da turizme açılmış. Tokatlı Kanyonu ve bu kanyonun hemen üzerindeki Kristal Teras, ziyaretçileri görsel bir şölen ile karşılıyor. Kanyona inerken bizi selamlayan İncekaya Su Kemeri'ni unutmamak gerek. Restore edildikten sonra eski görkemli günlerine kavuşmuş gibi.
Tokatlı Deresi'nin içinden aktığı kanyona inmeden önce Kristal Teras'ta mola verip ruhlarımıza açılan pencerelerimizden gün ışığında yıkanan kayaların ihtişamını seyreyledik. Gözün gördüğü, ruhlarımıza besin oldu.
Aylardan Nisan olmakla birlikte doğa; daha tam uyanamadan yatağından kalmış bir canlıyı andırıyor. Ağaçların bir kısmı güneşe kavuşup yeşermiş, bir kısmı daha esniyor ve yeşilin patlayacağı anı bekliyor.
Kanyonun dibine uzun bir merdivenle inip de başımızı kaldırıp yukarı baktığımızda, az önce üzerinde durup ziyafet sofrasındaymışız gibi hissettiğimiz Kristal Teras'ı gördük. Az ürkütücü bir görüntü değil hani. Altı kayalıklarla dolu bir cam zemin üzerinde yürümüşüz meğer. Yukarıdayken, cam zeminden aşağıya bakmamaya özellikle gayret sarf etmiştim oysa.
Kâh kayalardan aşağı sakin sakin dökülerek koşturan, kâh durağanlaşıp gölcükler oluşturan ve yosunların gözleri yoran yeşiliyle bezenen dere; doğaya hayat vermekle kalmıyor, insanın hayatına da hayat katıyor.
Ve nihayet Yörük Köyü... Safranbolu'ya iki defa gelip de bir türlü gitmediğimiz, tarihin sayfalarından çıkmış da vücuda gelmiş gibi duran, zaman tünelinden geçip bu yüzyıla erişmiş bir köy. Ziyarete açık bir müze evin içine girdiğimizde dışarıdaki nemli ve boğucu havayı da eşiğin dışında bırakıyoruz. Ahşap ile dokumanın el ele verip bizleri karşıladığı odaları teker teker geziyor; bir zamanlar bu ahşap zemini arşınlayan, sedirlerde oturup keyif kahvelerini yudumlayan, ocakta pişen yemeği sakin sakin kaşıklayan insanları hayal etmeye çalışıyorum. Telaştan uzak, sükûn içinde geçen ömürler...
Duvarları süsleyen motifler eski bir masalı fısıldamaya devam ediyor sanki. İnce bir zevkle dikilmiş perdeler, hiç kapanmayacakmış gibi duran göz kapakları odaların. Güneşi tüm içtenliğiyle içeriye buyur eden geniş pencereler. Bu pencerelerden dışarıyı seyredip dudaklarından dualarını eksik etmeyen yaşlı amcalar, teyzeler...
Hâlâ oradalarmış, bizleri izleyip muzip muzip gülümsüyorlarmış hissine kapılıyorum. Birazdan okunacak ezanla birlikte namazlarını kılacaklar, yer sofrasının çevresine dizilip yiyecekleri yemekten sonra da ocağın yavaş yavaş küllenen ateşine bakarak hülyalarında yitip gidecekler. Saydamlaşıp birer hayal olacaklar. Tıpkı şimdi oldukları gibi.
Mutfak olarak kullanılan odaya girdiğimizde çok eski bir dost karşıladı bizleri. Sadece kap kacağın değil, kimi yiyeceklerin de bozulmadan muhafaza edildiği tel dolaplar. Şimdinin, içerisinde ne olduğunu göstermeyen ketum kapakları ardına saklanan dolaplarının aksine tel dolaplar tüm içtenliğiyle gösterir içinde ne varsa. Anlayacağınız, içi dışı birdir tel dolabın. Eski insanlar bilerek mi yapmışlardır tel dolapları? İçi dış bir olan insanların yaşadığı devirlerde her eşya da kendileri gibi olmalı diye düşünmüş olabilirler mi?
Mekânlar, farklı mevsimlerde farklı öyküler anlatırlar ziyaretçilerine. Daha önceki gelişlerimiz sonbahara ve kışa denk gelmişti. Bu defa ilkbaharda nasip oldu Safranbolu'ya gelmek. Bir dahaki sefere bakalım hangi mevsimde kavuşacağız birbirimize?

















Hiç yorum yok:
Yorum Gönder