Nerelerdeydik...

31 Ağustos 2015 Pazartesi

İznik

Marmara Bölgesi'nde olmasına rağmen sanayinin henüz çöreklenip kirletmediği, bozmadığı, yozlaştırmadığı bir ilçe İznik. Tarihi M.Ö. 2500 yılına dayanan İznik, Büyük İskender zamanından başlayarak sırasıyla Roma, Selçuklu ve nihayetinde Osmanlı idaresine geçmiş. Farklı medeniyetlerin izlerini bir arada, birbirleriyle kaynaşmış olarak görmek mümkün burada.

Yalova'da feribottan indikten sonra Bursa yönünde yola devam ederek Orhangazi'ye vardık. İlk "İznik" tabelasından sola dönüp ilerlemeye başladık. Bu yol, İznik Gölü'nün kuzey sahili boyunca devam edip İznik ilçe merkezine varıyor. İlçeye "İstanbul Kapısı" olarak anılan, şehri çevreleyen surların bir zamanlar yolculara, kervanlara, gezginlere geçit verdiği bir kapıdan girdik. Surların içerisinden asfalt yol geçirildiği için ismi "kapı" olarak kalmış, ne yazık ki. İlçenin ana caddesi boyunca ilerlediğimizde, çok değil beş dakika sonra ilçe merkezinin sonuna geldik. Bu noktada da "Yenişehir Kapısı" uğurladı bizleri. İznik'i tarih sayfalarında önemli kılan geçmişinin mirasına sahip çıkamamış olmamız üzüntü verdi bana.


Ortalama hızımızın saatte kırk kilometreyi aşmadığını düşünürsek ilçe merkezinin yürüyerek çok rahat dolaşılabileceği anlaşılıyor. İlçeyi boylu boyunca arabayla geçtikten sonra geriye dönüp bu kez göl kıyısına indik. Arabamızı uygun bir yere park ettikten sonra otellerin, pansiyonların ve çay bahçelerinin yoğun olarak bulunduğu kısma doğru yürüdük. Sahilin sükûneti insanlara da sirayet etmiş olmalı ki, sahil boyunca yürüyen, banklarda oturan, çay bahçelerinde ılık bahar gününün keyfine bir bardak demli çayla varan insanların sakin tavırları, büyük şehrin keşmekeşi içerisinde yaşaya yaşaya bu durumu kanıksamış bizler için farklı bir hayatın penceresi oldu. İnsanoğlu denen varlığa rağmen koşturmacadan uzak, telaşsız; yine de günlük hayatını yaşamaya devam eden bir yer bulunduğuna tanık olmak mutluluk verici gerçekten de. Ağaçların taze bahar yeşiline bürünmüş dallarıyla güneşe nispet edercesine gölgelik vazifesi gördüğü bir çay bahçesinde mola verip çaylarımızı ve soğuk içeceklerimizi yudumlayarak bu gölge oyununu zevkle izledik.


Ardından İznik'in tarihi yerlerini gezmek üzere çarşıya doğru yollandık. Çarşı içerisinde geçmiş ile bugünü birbiriyle kucaklaşmış bir halde bulduk. İlçe merkezinin tam ortasındaki dört yol ağzında bulunan Ayasofya Camii, kiliseden camiye dönüştürülmüş bir yapı. Yunan işgali sırasında yanarak harabeye dönmüş. 2011 yılında yeniden ibadete açılmış olmakla birlikte bina ibadethane ve müze işlevlerini bir arada barındırıyor.


Mimar veya sanat tarihi uzmanı olmasam da yapılan restorasyonun yapının tarihi kimliğine zarar vermiş olduğunu açık bir şekilde dile getirebilirim.


Biz, toplum olarak ne bize ait olanı gereği gibi koruyabildik ne de bizim başka kültürlerden devraldığımız mirasa sahip çıkmak konusunda dirayet gösterebildik.


Oysa bu binada M.S. 325 yılında Birinci İznik Konsülü toplanmış, İskenderiyeli iki tanrıbilimci olan Athanasius ve Arius arasında var olan Tanrı kelâmının doğası üzerindeki tartışmayı sonlandırmıştı. Bu bakımdan İznik Ayasofya Kilisesi/Camii tarihte önemli bir yer tutmakta.


Çarşının içinden geçerek, Lefke Kapısı'na doğru giden yolun sağında ve solunda yer alan, altı yüz yılı aşkın bir süredir ayakta duran tarihi yapıları, çevrelerine yaymakta oldukları uhrevi havayı teneffüs ederek gezdik.

Bugün Çiniciler Çarşısı'na ev sahipliği yapan Süleyman Paşa Medresesi, Orhan Bey'in büyük oğlu Şehzade Süleyman tarafından yaptırılmış. "U" planlı ve açık avlulu medresede toplam on iki oda mevcut. Geçmişte bu odalardan biri derslik, kalan on biri talebelerin odaları olarak kullanılıyormuş. Şimdiyse çini atölyelerinin el emeği, göz nuru eserlerinin sergilenmekte olduğu küçük dükkânlar şeklinde düzenlenmiş durumda.


Medresenin avlusundaki küçük odaların önüne konulan ahşap masaların üzerinde, birer süs eşyası olarak müşterilerine kavuşmayı bekleyen ürünlerin oluşum öykülerine de gözümüzle şahit oluyoruz. Avludaki ziyaretçileri izleyerek hayaller kuran, hazır olduğunda farklı âlemlere kanat çırpacak bir kuşu renklerle ve desenlerle bezeyen bir hanımefendiyle karşılaşıyoruz. Masasının üzerindeki toprak kuşa hayat verecekmiş gibi fırçasını dokunduruyor onun bedenine.


İznik, sahip olduğu tüm kültürel zenginliğe rağmen hak ettiği önemi ve özeni son yıllarda ne yazık ki görememiş. Tarihi eserler, özgün dokularına uygun olarak muhafaza edilmeyi ve restorasyon görmeyi hak ediyorken, ihmal edilmişliğin pençesinde ayakta kalma mücadelesi veriyor. II. Murat Hamamı da bu yalnızlığı yaşayan eserlerden biri.


EşrefoğluTürbesi; Emir Sultan, Hacı Bayram ve Şeyh Hüseyin Hemevi'nin yanında yetişmiş, 15. yüzyılın önde gelen velilerinden ve mutasavvıflarından biri olan Eşrefzade Abdullah Rumi'nin ebedi istirahatine çekilmiş olduğu mekân.


Geçmişi 14. yüzyılın sonlarına dayanan Yeşil Cami, ismini minaresindeki yeşil çinilerden alıyor. Yapının zemin alanı, yüksekliği, kubbe çapı ile minaresinin uzunluğu arasındaki oransal uyum ile bütünleşen geometrik sadeliği insanda hayranlık uyandırıyor. Erken dönem Osmanlı mimarisinde görmeye alışık olduğumuz yalınlığın en güzel örneklerinden biri. Yeşil Cami, bütünlüğün sadelik ile dile gelişinin en güzel mimari örneklerinden biri.


Yeşil Cami'den biraz ileride, yine 15. yüzyılın önemli alim ve sufîlerinden biri olan Kutbuddinzade Mehmet İzniki'nin türbesi karşılıyor bizleri. Yeşil Cami ile aynı meydana komşu olan bu eseri seyrederken, Osmanlı'nın Fetret Devri'nin karmaşasından kurtulmak için sadece siyasi ve askeri gücünü yükseltme gayretinde olmadığını, maneviyat âlemine de değer vermiş olduğunu anlıyoruz.


Sultan I. Murat tarafından annesi Nilüfer Hatun adına yaptırılan ve 19. yüzyıl sonlarına kadar imarethane olarak işlev gören yapı, Yeşil Cami ile Mehmet İzniki'nin türbelerinin bulunduğu alanda. İmaret, bugün müze olarak düzenlenmiş bulunuyor. İznik çevresinde yapılan arkeolojik kazılardan çıkartılan eserler müzenin bahçesinde sergileniyor.


Lefke Kapısı'ndan sola dönüp mezarlıkların yanından devam edildiğinde yokuşlu ve dolambaçlı bir yol, Bayraklı Dede olarak da anılan Abdülvahap Sancaktari Türbesi'ne ulaştırdı bizleri. Emevi ordusunun İstanbul'u fethetmek üzere çıktığı seferde şehit düşen bu zatın türbesi, İznik'e hakim bir tepe üzerinde bulunuyor. Göle ve ovaya tepeden bakıldığında İznik'in doğası insanda hem hayranlık uyandırıyor hem de sahip olduğumuz bu hazineye göz göre göre nasıl ihanet etmekte olduğumuzu gözler önüne seriyor.


İznik gezimizi tamamlayıp dönüş yoluna çıktığımızda hiç beklemediğimiz bir anda "Elbeyli" tabelası ile karşılaştık. Böylelikle, soyadımdan dolayı sık sık muhatap kaldığım, "İznik civarındaki Elbeyli köyü ile ilginiz var mı" sorusuna vesile olan Elbeyli Mahallesi'ne uğramaya karar verdik. Soyadımla aynı ismi taşıyan mahallenin sokaklarında ilerlerken üzerinde "Dikilitaş" yazan bir tabelaya rast geldik. Takip ettiğimiz dolambaçlı yol, nihayetinde bizi bir zeytinliğe ulaştırdı. Göz alabildiğine uzanan yeşilin ortasında ise üst üste konmuş beş bloktan oluşmuş bir obelisk, bizleri doğanın kucağında sessiz uykusuna dalmış bulunan uzak tarihe buyur etti. M.S. birinci yüzyıldan bu yana zamana ve tabiata direnen Dikilitaş'ın tarihini anlatan tabelada, obeliskin aslında altı taştan oluştuğu, üzerinde çift başlı kartal arması bulunan en üstteki taşın günümüze ulaşamadığı yazıyor.


Gün, akşama kavuşurken İznik'e dair son hatırayı da ruhumuza nakşedip zeytinlikten çıkıyor; İznik'i, gölü ve geçmişi asırlara dayanan kültür mozaiğini arkamızda bırakarak eve doğru yola koyuluyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder