Nerelerdeydik...

19 Nisan 2014 Cumartesi

Ürgüp

"Her insan bu dünyaya verilmiş bir armağandır" demişti bir arkadaşım. İnsan, kendini bilmeye başladığı yaşlardan itibaren kutladığı doğum günlerinin ayrıntılarını hatırlar mutlaka. Ben, ilk kez bu seneki doğum günümde "bir armağan" olduğumu duyumsadım.

31 Ocak sabahı iş yerime vardığımda eşimden gelen bir mesaj, ertesi sabah Kayseri'ye kalkan uçağa check-in yapmamı söylüyordu. Kayseri'ye neden gideceğimizi ve orada ne yapacağımızı düşündüm durdum bütün gün. Acaba, Erciyes Dağı'na mı çıkacaktık?

Kayseri Havaalanı'na indiğimizde eşim, araç kiraladığımız şirketin bankosunda kalacağımız yerin adını vererek adres sorduğunda nereye gideceğimizi öğrenmiş oldum. Bundan yıllar evvel, Internet'te Kapadokya bölgesinde kalınacak yerleri aradığımızda resimlerini gördüğümüz butik otelde yer ayırtmış meğer. O zaman bütçemiz elvermediği için gidememiştik. Sekiz odalı otelin her odası farklı bir konseptte tasarlanmış ve farklı isimlerle adlandırılmış. Kapılarda odaların adları hem Türkçe hem İngilizce yazılmıştı. Bizim kaldığımız odanın adı "Sevgi-Love" idi.


"Sevgi"ye açılan kapının hemen gerisinde eskiden meyve kurutmak için kullanılan bir kilerden devşirilmiş sevimli mi sevimli bir oda karşıladı bizi. Taş duvarların arasında samimi bir atmosfer kucakladı eşimle beni. Bu oda, eşimin "aşk", benim "sevgi" olarak adlandırdığımız duygunun cisme bürünmüş hâliydi. Küçük bir gömme dolabın içinde bulunan mini müzik setinde çalan ve insanın ruhunu okşayan parçalar da cabası.


Anadolu'nun ortasında, mağrur yalnızlığıyla insanı karşılayan Ürgüp, irili ufaklı birçok küçük vadisiyle insanda hayranlık uyandırıyor. Yol kenarlarında bulunan küçük konak yerlerinde arabayı durdurup vadileri yukarıdan seyretmek birer görsel şölen. Gerçek ziyafet ise Uçhisar'ın tepesinden tüm Göreme ve civarını izlemek... Uçhisar'ın eteğinde tezgâhlarını kurmuş satıcılardan aldığımız bir paket karışık kuru meyveyi yiyerek basamakları tırmandık. Kim bilir hangi amaçlarla kullanılmış küçük küçük odacıklardan oluşan, kayalara oyulmuş bu hisarın tepesinden tüm Göreme'yi, civar vadileri ve ta uzakta Nevşehir'i görebiliyor insan. "Keşke peri bacalarının hemen yakınında bu kadar çok ev olmasaymış" demeden de edemedik ne yazık ki.


Göreme'nin hemen yakınında bulunan El Nazar Kilisesi, görülmeye değer doğal anıtlardan biri. Büyük bir kayanın içerisine oyulmuş kilise, Avrupa'da görmeye alışık olduğumuz heybetli kiliselerden öylesine farklı ki. O dönemde yaşamış Hristiyan ahalinin ve din adamlarının belki de yokluktan kaynaklanan alçak gönüllülüğü tüm yapılara yansımış. Kaldı ki, doğanın sunduğu olanaklarla daha fazlasını yapmalarını beklemek haksızlık olurdu. Kayalara oydukları tüm komplekslerde son derece yalın bir tarz göze çarpıyor. Kapısı kilitli olduğu için El Nazar Kilisesi'nin içini ne yazık ki gezemedik.


Göreme'deki açık hava müzesinde ise duvarlarındaki resimleri ve süslemeleri, Hristiyan simgeleri oldukları ve İslam'da günah sayıldıkları için kazınmış şapelleri dolaşırken içimiz sızladı. Yüzyıllar öncesinden bize miras kalmış bu değerlere ihanet etmiş olmaktan utanç duyduk. Duvarlara kazınmış isimler, gözleri oyulmuş aziz ve melek resimleri, içeride yakılmış ateşten ötürü kararmış duvarlar ve tavanlar... Hepsi birer utanç vesilesi. Yabancı turistlerin bizim gibi tarihi değerlerine sahip çıkan (!) bir toplum için neler düşündüğünü öğrenmek istemezdim açıkçası. İşin daha trajikomik yanı, açık hava müzesine giriş için ücret ödememize rağmen müzenin belli bir kısmına girebilmek için ayrıca para ödemek zorunda kalmamız idi. Nedenini gişedeki görevliye sorduğumuzda, duvar resimlerinin sağlam kalmış olması vasfıyla bu bölüm için ayrıca ücret ödendiği cevabını aldık. Allah için duvardaki resimler sapasağlam duruyordu. İlk günkü gibi canlı kalmayı başarabilmişler. Nasıl el değmeden kalabildikleri ise bir muamma!

İlk günün akşamı otele döndüğümüzde öyle yorulmuştuk ki, akşam yemeğine kadar biraz kestirelim dedik. Gömme dolabın içerisindeki mini müzik setini açıp CD'de çalan hafif müzikleri dinleye dinleye uykuya daldık. Saat 20:00'ye doğru uyandık. Yüzümüzü yıkayıp kendimize geldikten sonra akşam yemeği için otelin küçük, sevimli, samimi restoranına indik. Otelin sahipleri hariç iki aile idik akşam yemeğinde. Loş bir ortamda, mum ışığı eşliğinde yediğimiz leziz yemeklere otel sahibinin seçmiş olduğu hafif müzik parçaları da eklenince o gece tam anlamıyla bir ziyafete dönüştü.

Pazar sabahı saat 06:10'da, gün daha doğmamışken otelin önünden aldılar bizi. Dışarısı öylesine soğuktu ki, yün berem dahi sabah ayazını kesmekte yetersiz kaldı. Göreme yakınlarında bir araziye vardık. Balonların sıcak hava ile doldurulmasını seyrederken küçük masalar üzerine konmuş poğaça ve keklerden yiyerek sıcak çaylarımızı yudumladık. Saat 07:00 gibi tüm hazırlıklar tamamlanmış, balonlar şişirilmiş, yolcular balon sepetlerine binmiş idi. Yavaş yavaş yükselmeye başladık gökyüzüne.


Bindiğimiz balonun pilotu Kaptan Memo (asıl adı Memiş), seyrimiz ve rotamız hakkında bizi bilgilendirdi yolculuğumuz boyunca. Balonlarda yalnızca irtifa kontrolü yapılabildiğini, balonun hızını ve yönünü ise rüzgâr vasıtasıyla Doğa Ana'nın belirlediğini öğrendik. O gün çok rüzgâr yoktu neyse ki. Balonumuz yavaş yavaş ilerlerken; biz de Göreme ve Ürgüp'ü gökyüzünden seyre daldık. Güneş ufuktan yükselirken vadileri altın sarısı bir ışık çağlayanı ile yıkıyordu. Az önce gölgede olan yerler bir şölen sofrasındaki altın yemek takımları misali pırıl pırıl ışımaya başlıyordu. Tepeler, vadiler, peri bacaları, evler... Doğanın koynundaki her şey ışıkla yıkanıyor, sabahın soğuğundan silkinerek uyanıyordu. Bir yanımızda Nevşehir ili, bir yanımızda Aşıklar Vadisi, diğer yanda Erciyes ve Hasan Dağları... Vadilerin üzerinden ilerlerken alçalıp en derin yerlerine iniyor, kayalara sürtünürcesine ilerlemeye devam ediyorduk.


Derken gökyüzü onlarca balonla bezendi. Hepsi aynı anda havalanmıştı belki; ama, farklı irtifalara farklı zamanlarda erişiyordu her biri. Bunun bir sebebi, balonların yükselip alçalırken tam üstlerinde veya tam altlarında başka bir balon olup olmadığını başka balonlarla haberleşmek suretiyle öğreniyor olmalarıymış. Farklı renklerde onlarca balon minik benekler halinde tepelerin ardına dek uzanıyordu. Biz de bir süre sonra 800 metre irtifaya ulaştık. Meğer ne farklı bir duyguymuş gökyüzünde olmak. Bir sepetin içinde, çevremizde hava ile irtibatımızı kesen herhangi bir cam veya duvar olmaksızın seyahat ediyorduk. Jules Verne'nin ünlü romanında betimlendiği gibi.


Ardından alçalmaya başladık. Biz gökyüzündeyken tur firmasının kamyoneti de arkasında bir römork bizi karadan takip ediyordu sürekli. İneceğimiz arazi parçası belli olunca kamyonetin park etmiş olduğu alana doğru alçalmaya başladık. Pilotumuz, asla tahmin edemeyeceğim bir hassasiyetle balonun sepetini römorkun tam üzerine denk getirdi. Başarılı bir inişten sonra, köpüklü ve alkolsüz meyve şarabıyla renklenen küçük bir törenle uçuş sertifikalarımızı aldık. Ardından minibüsle bizi otelimize bıraktılar.

Otelimize vardığımızda kahvaltı vakti gelmişti. Balonla yaklaşık bir saat gezmiş olmamıza rağmen restorana ilk varan yine biz olduk. Mini mini bir açık büfe kahvaltı karşıladı bizi. Çeşit çok olmasa da muhtemelen içine katılmış olan sevgi veriyordu kahvaltı soframıza asıl zenginliğini.

Kahvaltımızı bitirdikten sonra eşyalarımızı toplayıp otelimizin sevecen sahiplerine veda ederek, Pazar günü için yapmış olduğumuz gezi planını yaşamak üzere yola koyulduk. İlk durağımız Mustafapaşa oldu. Burası, bir zamanlar Ortodoks Rumlar'ın Türkler ile birlikte barış içerisinde yaşadığı bir kasabaymış. Mübadele sebebiyle terk etmişler evlerini. Kasabanın merkezindeki terk edilmiş viran taş kilise ile kasabanın az ilerisindeki kayalara oyulmuş ve asırlar boyunca yalnızlıklarıyla başbaşa bırakılmış şapeller kalmış geriye.


Bu küçük kiliseler kompleksinde yer alan şapeller, Hristiyan azizlerinin adlarını taşısa da asırlara mâl olmuş terk edilmişlikleri onlara bir hüzün veriyor. Doğanın ortasında, yüzyıllar evveline yürüyor sanki insan burada. Taş yollar; bir zamanlar zulümden kaçmış, dinlerini ve mezheplerini yüreklerindeki korkuya rağmen yaşatmış ve inançlarının izlerini kayaların içerisine oydukları kovuklara emanet etmiş insanların toprağa ve havaya karışmış ruhlarına eriştirir gibiydi bizleri. Bir kilisenin çatısındaki düz zemine oturup karşı tepelere bakarken o ruhların orada, Tanrı'ya ibadet ederken fısıldadıkları kutsal sözleri duyar gibiydik.


Yolun her dönemeci, her biri ayrı bir azize adanmış kiliselere eriştiriyordu bizleri. Sanki az ötede bugünün yaşandığı kasaba merkezi yokmuşçasına asırlar öncesindeki yalnızlığın sessizliği hakimdi her yere.


Aziz Basil Şapeli kaderine terk edilmişken hayırsever bir Rum'un yaptığı bağış ile onarılarak aslına uygun restore edilmeye çalışılmış. Şapelin 20. yüzyılın başında çekilmiş fotoğraflarına bakınca, yapılan restorasyonun ne kadar yapay kaldığını görüyor insan. Girişin inşasında kullanılan taşların doğallıktan uzak olması bir yana, renklerinin uyumsuzluğu da bir yama hissi uyandırıyor insanda.


Mustafapaşa kasabasından başlayıp vadinin ortasında geçmişin sonsuzluğuna uzanan patikanın iki yanında yer alan irili ufaklı şapeller... Her biri bir Hristiyan azizine adanmış. Bozkırın yalnızlığında insanların kendilerini Tanrı'ya yakın hissettiği, onları himaye ettiğine inandıkları korunaklar...


Kasaba merkezindeki kilise kaderine terk edilmiş. İçi bomboş... Duvarlarını ve tavanını süsleyen fresklerden eser kalmamış. Bakımsızlığın ezikliği içerisinde... Kutsallığını geri kazanacağı günleri bekliyor gibi.


Çoğu binadan kala kala bir kapı kalmış bugüne yadigar...


Son günümüzü doyasıya yaşamak için gidebildiğimiz, ulaşabildiğimiz her yere gitmeye gayret ettik. Bize görmemizi tavsiye ettikleri bir mekân da aslında bir krater gölü olan Narlı Göl idi. Eğimli bir yolu çıkıp tam tepeye vardığımızda ayaklarımızın altına serilen o muhteşem manzara, hiçbir fotoğraf karesine sığamazdı. Ben yine de beyhude bir gayretle Narlı Göl'ün fotoğraflarını çektim. İnsanı büyüleyen bir yalnızlığın ortasında; güneşli kış günlerinin değişmez aktörü, insanın cildini bıçak gibi kesen buz gibi bir rüzgârın arkadaşlık ettiği gölün anısını yüreğimize kazıyarak oradan ayrıldık ve Ihlara Vadisi'ne doğru yola çıktık.


Ihlara Vadisi'nin tamamını gezecek zamanımız olmadığından yalnızca Bezirhane ve yanındaki kiliseyi ziyaret etmekle yetindik. Bezirhanede asırlar öncesinden kalan devasa bir ahşap pres, eskiden aydınlatma amacıyla kandillerde kullanılan bezir yağını elde etmek üzere toplanıp getirilen bitkileri ezmek için kullanılırmış. Kilise ise kimsesizliği içerisinde bomboş duruyordu. Ardından, köyün içindeki lokantaya giderek gürül gürül yanan sobanın yanına çektiğimiz masaya kurulup sac kavurmamızı, ekmeğimizi bandıra bandıra yedik. Dışarıda akan derenin kenarına yerleştirilmiş yer masalarına gıptayla bakarak oradan ayrıldık.

Gün, geceye kavuşurken uçağımızın kalkacağı Kayseri'ye yaklaşıyorduk. Doyasıya yaşadığım bu hafta sonunun yüreğimdeki sedasını dinleye dinleye bizi İstanbul'a ulaştıracak uçağa bindik. Kapadokya'yı ruhumuza katmış dönüyorduk evimize...

1 yorum:

  1. Ürgüp'ü ve Galata'yı daha önce görmüş olsam da bir başka duygu ve bakış ile yeniden gezmiş oldum . Bozcaada'ya henüz gidememiştim, ama sayenizde orayı da sizinle beraber gezmiş gibiyim ve tekrar gitmek için sabırsızlanıyorum. Doğumgününüzde eşinizin size armağan ettiği bu gezi sayesinde siz de okuyanlara bu yazıyı armağan etmiş oldunuz. Teşekkürler.

    YanıtlaSil