Nerelerdeydik...

17 Kasım 2011 Perşembe

Galata Kulesi

İstanbul' da yaşıyorum deyip de 40 yıllık bir ömür boyunca bir gün dahi Galata Kulesi' ne gitmemiş olmak; vapur ile Karaköy, Eminönü, Beşiktaş, Kadıköy iskeleleri arasında gidip gelirken haşmetli görüntüsüne hayran olup bir defacık dahi mahallesine adım atmamış bulunmak affedilir bir davranış mıdır? Değildir ve affedilmemelidir de. İşte geçen Cumartesi bu ayıbı gidermek adına karımla birlikte atladık vapura Kadıköy' den ve ver elini Galata Kulesi dedik. Sevgili karım öğrencilik yıllarında Kule' yi ziyaret etmiş olduğundan bana mihmandarlık yaptı sağolsun.

Karaköy İskelesi' nde vapurdan iner inmez karımın bildiği ve tavsiye ettiği balık lokantalarından birine girip balık ekmek yaptırdık kendimize. Elimizde ekmeklerimiz, yüreğimizde sıcak sevgimiz yürümeye başladık Bankalar Caddesi' ne doğru. İskeleden alt geçide giden ara sokaklardan birinde eskiden elektronik parçalar satan bir han vardı. Şimdi o hanın çehresi değişmiş olsa da anılarım canlandı öğrencilik yıllarıma dair. Lisedeyken basit elektronik devrelere merak salmıştım. O hana gider baskılı devre, kapasitör, reziztans, transistör, röle ve benzeri parçalar alır, elimdeki şemalara bakarak devre kurmaya çalışırdım. Bazen başarır, bazen de hüsrana uğrardım.

Bankalar Caddesi' nin hemen başında Hacı Ali Sokak tabelasının yer aldığı merdivenlerden yokuş yukarı çıkmaya başladık. Merdivenlerin bitip daracık sokağın yola dönüştüğü noktada; tarihi romanlarda betimlenen eski İstanbul' un ahşap evlerinden devraldıkları mirası bugünlere aktaran, kim bilir kaç seneye tanıklık etmiş betonarme binaların omuz omuza vermiş görüntüsü karşıladı bizi. Akşamın alacakaranlığının hüznü yavaş yavaş sarmalarken Hacı Ali Sokağı' nı ben de basıverdim denklanşörüne fotoğraf makinemin.


Sokak boyunca ilerlerken adı bir tabelada "St. Georg", bir başka tabelada "St. Jorj" olarak yazılmış olması itibarıyla bizi tebessüm ettiren Avusturya Hastanesi' nin arka bahçesine rasgeldik. Sonbaharın simgesi hâline gelmiş ve sarıdan kızıla çalan yapraklarını döken ağaçların melankolik dekorunda Orta Avrupa mimarisinin insanın ruhunu daha da üşüten bir örneği olduğu izlenimine kapıldım hastane binasının. Kirli, daha doğrusu kirlenmiş beyaz duvarları ile aslında binanın sonbahara bir dekor olduğunu hissettim nedense. Bu hâliyle ancak sonbahar veya kış mevsiminin bir tamamlayıcısı olabilirdi Avusturya Hastanesi' nin manastırı andıran binası.


Eski İstanbul' un beni en çok şaşırtan; ama, bir o kadar da kendisine hayran bırakan yanı farklı milletlerin ve dinlerin simgeleşmiş unsurlarını çok küçük bir bölge içerisinde yan yana barındırıyor olması. Galata Kulesi' ne adım adım yaklaşırken küçük bir dörtyol ağzında Bereketzade Camii ile karşılaştık. 1453 yılında İstanbul' un fethi sonrasında inşa edilen; ancak, 1920' de ibadete kapatılıp 1948 yılında da yıkılan bu küçük camii 2006 yılında aslına uygun yeniden inşa edilmiş. Galata Kulesi' nden minarenin altına kadar uzanan gizli bir dehlizden bahsediliyor caminin kitabesinde. Aynı dehliz Karaköy iskelesine kadar uzanıyormuş. Eski İstanbul' un o gizemli dehlizlerinden bir tanesi olsa gerek! Cami, şimdilerde minaresinin boyuyla yarışan beton binaların arasında "Ben de varım" diyor gelen geçene.


Bereketzade Camii' nin köşesinden sağ tarafa devam ettiğimizde iki yanına küçük kafelerin ve hediyelik eşya satan dükkânların sıralandığı dar bir sokak karşıladı bizi. Sokağın hafif sola kıvrıldığı noktada da Galata Kulesi' nin heybetli görüntüsü, eski binaların cepheleri arasına sıkışıp kalmış olsa da tüm haşmetiyle beliriverdi gözlerimizin önünde. Gün yavaş yavaş yerini akşamın gölgelerle bezeli dakikalarına bırakırken fotoğraf makinemin merceğine keyifle göz kırpıverdi Kule.


Gün nihayete eriyorken son bir kez gülümsedi Kule bana. Arka planda, ışınlarını gün boyu bulutların ardında saklayan güneşin son bir gayretle bizlere el salladığını duyumsadım.


Kule' nin seyir terasına çıkmak için uzunca bir asansör kuyruğu beklemek zorunda kaldık. Merdivenler sadece acil çıkış amacıyla ve aşağıya inmek için kullanılıyormuş. Seyir terasına vardığımızda güneş tamamen batmış; yerini karanlığa bırakmıştı. Daha doğrusu, kuyumcu vitrinlerinde değerli mücevherleri sergilemek için kullandıkları siyah zemin üzerinde pırıl pırıl parlayan pırlantaları, altınları, gümüşleri çağrıştıran şehr-i İstanbul' un o güzelim ışıklarına terk etmişti yerini. Fotoğraf makinem kompakt bir makine olduğundan şehrin gözlerime çektiği ziyafeti ne yazık ki aynı muhteşemliği ile aktaramıyorum aşağıdaki fotoğraflarda. Ruhuma sızan o derin hisleri ise zaten anlatmaya gücüm yetmez. Nafile bir çaba olur.

Haliç' in hemen karşı kıyısında Topkapı Sarayı' nın bize göre sağında yer alan Sultanahmet Camii' nin altı minaresi, ışıltılı üniformaları içerisinde haşmetli kubbenin çevresinde nöbet tutar gibi duruyordu.


Bakışlarımızı sağa doğru çevirdiğimizde ise havanın yağmurlu olduğunu yeşil ışığıyla haber veren Beyazıt Kulesi' ni, onun sağında da Süleymaniye Camii' ni gördük. Beyazıt Kulesi' nin aydınlatması, eski günlerin hatırasına saygı gösterircesine o günkü havanın durumuna göre farklı renklere bürünüyor. Mavi, havanın açık olduğunu; sarı, sisli olduğunu; kırmızı ise o gün havanın karlı olduğunu bildiriyor. Süleymaniye Camii kâinatı kucaklıyor hissi uyandıran ihtişamı ile sanki yere inmiş bir ay misali ışıldıyordu.


Galata Köprüsü' nün Haliç' in karşı yakasında kavuştuğu Eminönü Yeni Camii, meydanı bekliyor iki eline fener almış misali. Fazla söze gerek yok. Haliç' in gerdanına dizili sıra sıra altın zincirlerin ortasında kocaman bir mücevher sanki karşımızda duran.


Tarihi yarımadanın sıcaklığını ruhumuzda ne kadar hissetsek de Kasım soğuğu içimize işledi ne yalan söyleyeyim. Aşağı indiğimizde, sıcak bir şeyler içebileceğimiz bir ortam ararken Kule' ye gelirken yolda görüp vitrinindeki pastalara hayran hayran baktığımız pastaneye girip sahlep olup olmadığını sorduk karşılaştığımız yaşlı beye. Binanın en üst katında bir kafe olduğunu ve orada sahlep bulabileceğimizi söyledi. Asansör olmasına rağmen, kenarları yılların etkisiyle iyice yuvarlaklaşmış beyaz basamaklardan çıkmayı tercih ettik sevgili karımla. Üst kattaki kafe, binanın eskiliğine rağmen bir hayli bakımlı idi. Cam kenarında bulunan bir masaya oturup bol tarçınlı sıcak sahleplerimizi yudumladık karşılıklı. Loş ve sevimli bu ortamda hayallerimizi paylaştık karımla. İçimizi ısıtan sahlep miydi; yoksa hayallerimiz mi bilemedik. Sanırım her ne olursa olsun paylaşmaktı bizi sıcaklığıyla sarmalayan.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder