Bıkmaz! Bozcaada' ya gidiyorsa; Ege' nin o tatlı esintisini teninde hissediyor, mavi serinliğine kendini teslim ediyorsa; leziz mezelerini tatmaktan, adaya has üzümlerden mamul şaraplarını yudumlamaktan zevk alıyorsa; güneşin ufuktaki yatağına uzanırken kızıl saçlarını sereserpe göğe sermesini huşu içinde seyretmek onu mutlu ediyorsa bıkmaz!
Çanakkale Ezine istikametinde devam ettikten ve yol ayrımında Bozcaada yol tabelasını izleyip Geyikli' ye giden yola saptıktan biraz sonra denizin ortasında tüm çıplaklığı ve boz rengiyle karşıladı bizi Bozcaada. Kıraç görünümü ile karşımıza ilk çıktığında "Acaba, yanlış bir tercih mi yaptım tatilimizi geçireceğimiz yeri seçerken" diye endişelenmiştim, ne yalan söyleyeyim.
Geyikli İskelesi' nde arabalı vapur kuyruğuna girip biraz bekledikten ve vapura son araçlardan biri olarak girdikten sonra yaklaşık kırk beş dakikalık bir yolculuk sonunda Bozcaada' ya vardık.
İskele, doğrudan ilçe merkezinin kalbine giden yolun başlangıç noktasıydı. Sonradan anladık ki, adadaki tüm yollar bu küçücük iskeleden başlıyor ve yine aynı yerde son buluyordu. Bir adada olması gerektiği gibi! Yol, çarşı içinden geçtikten sonra devasa çınar ağacının olduğu noktada ikiye ayrılıyor. Sağdan devam ederseniz kaleyi sağınıza alıp eski Rum mahallesine doğru gidiyorsunuz. Soldan devam ettiğinizde ise her dönemecinde mavinin farklı tonlarıyla sizi karşılayıp kendine hayran bırakacağı koylarla karşılaşıyorsunuz. O koyları gördüğünde insan; Bozcaada' nın güzelliklerini uzaktan, ta ana karadan bakıldığında nasıl da gizlemiş olduğuna şaşıp kalıyor. İlçe merkezinden başlayan yol, kendisine eşlik eden koyları geride bıraktıktan sonra adanın içlerine doğru devam ediyor. Bu yolun sağında ve solunda üzüm bağları; bağların içinde de tek tük serpilmiş bağ evleri mevcut. Bu evlerin her biri apayrı bir dünya gibi duruyor kendi yalnızlıklarının ortasında. Hayatın hızlı temposu ve karmaşası içerisinde insanın soluklanabileceği, kendi kişisel ve tekil yaşamını doya doya yudumlayabileceği birer sığınak gibiler.
İlçe merkezinin Arnavut kaldırımı döşeli sokaklarında yürürken insan, bu sokakların iki yanında sıralanan evlerde bir zamanlar Rum vatandaşların oturduğunu düşünerek o devrin günlük yaşantısını gözünün önünde canlandırmaya gayret ediyor. Ne yaparlar, günlerini nasıl değerlendirirler, ne düşlerler, geceleri uykuya dalmadan önce dualarında Tanrı' dan ne dilerler...? Ve daha da önemlisi şimdi nerede, ne yaparlar? Sokakların iki yanında uzanan taş evler geçmiş dönemin sessiz tanıkları olarak fısıldıyor tüm hatıralarını. Bağbozumu şenliklerinde ada sakinlerinin coşkusunu, kilisedeki ayinlerini, o sene bahşettiği bereket için Tanrı' ya sundukları şükranı, adaya has üzümlerden imal ettikleri o leziz şarapların eşlik ettiği ziyafet sofralarını düşledim sokakları adımlarken. Bilmiyorum, gerçekten böyle mi olmuştur? Olmamışsa da benim düşlerimde böyle yaşadılar işte.
Adadaki kilise şimdilerde yapayalnız. Öğrendiğimiz kadarıyla kilisenin papazı bundan birkaç sene evvel ölmüş. Kilisenin çan kulesindeki saat de çoğu zaman durmuş vaziyette. En azından adaya tatil için gittiğimiz üç yıl boyunca adada bulunduğumuz birkaç günlük süre zarfında saatin çalıştığına hiç tanık olmadık. Bağbozumu şenlikleri için Gökçeada' daki kilisenin papazı geliyormuş adaya. O zaman adada bir başka canlılık yaşanıyormuş. Üzüm hasadının Ağustos ortalarında başladığını, Eylül başında düzenlenen şenliklere katılmak üzere Yunanistan' dan insanların özel olarak geldiklerini öğrendik.
Akşam olup da güneşin yakıcılığı yerini gölgelerin serinliğine bıraktığında taş evlerin sakinleri sokaklardaki yerlerini alıyor. Kapı önlerine çıkardıkları sandalyelerinde oturup gün batımının dinginliğini ruhlarının derinliklerinde yaşıyor gibiler. Saat sekiz olduğunda gün boyu altın rengine bürünmüş olan duvarlar öz renkleri olan beyaza kavuşuyor yeniden. Neyse ki ana yola yakın lokantaların curcunası bir üst sokağa ulaşamıyor. Sükûn içerisinde dolaşabiliyor insan. Kimi evlerin önünde küçücük bir yemek masası kurulmuş oluyor. Karı koca oturmuş yemek yemekteler. Bir defasında böyle bir sofraya denk geldik. "İyi akşamlar" dileklerimize "Buyurun, beraber yiyelim" cevabını aldık. İçtenlikle yapılmış bu daveti hayatım boyunca unutmayacağım. Küçük ahşap bir masa, karşılıklı yerleştirilmiş iki sandalye, alçakgönüllü kıyafetleri içerisinde orta yaşın üzerinde bir hanım ve gömleğinin üzerinde takım elbiselerin altına giyilen cinsten bir yelek, başında fötr şapka ile bir bey... Kenarları dalgalıymış gibi girintili çıkıntılı eski tip porselen tabaklarında pirinç pilavı ve nohut... İşte huzur dolu bir sokakta, huzur dolu bir sofrayı paylaşan huzur dolu insanlar.
Taş evlerin arasında çevremize hayran hayran dolaşırken bir duvar yazısı sürpriz bir şekilde "merhaba" dedi bize. Edip Cansever' in bir şiiri... Karımla elele öylece durup okuduk üstadın şiirini. Acele etmeksizin; her sözcüğün, her dizenin, dizelere sinmiş her duygu zerresinin tadına vararak ve hakkını vererek okuduk. Şimdilerde duvarın hemen dibindeki ağacın dalları uzamış ve şiirin o güzelim dizelerini gözlerden saklamaya yeltenmiş durumda. Hakikaten de şiirin o duvarda olduğunu daha önceden bilmeyen biri fark etmeden geçer gider o yoldan. Yazık olur! Doğayla dost bir insan olsam da duvar tarafındaki dallarının budanmasının ağaca da iyi geleceğine inanıyorum.
Bozcaada sokakları sürprizlerle dolu... İnsan her adımda farklı bir güzellikle karşılaşıyor. Bundan iki sene önce hiç dikkatimizi çekmemiş bir ev, bir giriş, bir pencere "sobe" dercesine çıkıveriyor karşımıza. Birkaç basamak ile ulaşılan minicik girişiyle, masallardan fırlamış izlenimi uyandıran şirin mi şirin kapısıyla, girişi gölgeleyen sarmaşık bitkisiyle, sarı saksılarındaki sardunyalarıyla işte böyle bir ev ile karşılaştık bir akşam.
Aynı akşamın alacakaranlığında bir başka sokakta bir başka masalsı giriş karşıladı bizleri. Eşiğinden adımımızı attığımızda bir masal diyarına girecekmişiz hissi uyandıran bir başka mekandı burası. Girişinde asılı duran yürek biçimindeki çerçevenin içindeki melek, fülütünden sessiz bir melodi yayıyordu sokağa. Ancak, yüreğiyle dinlemesini bilenlerin duyabileceği bir nağmeydi bu. Gölgelerin hükümranlığının başladığı saatlerde insanın ruhunu okşayan dinginliğin sesi misali yankılanıyordu duvarlarda ve Arnavut kaldırımlarında.
Adanın batı ucunda Polente fenerinin bulunduğu noktada güneşin ufka kavuşmasını izlemeden olmaz. Aynı yerde kurulu rüzgâr santralini arkamıza alıp yüzümüzü Ege' nin Yunan diyarındaki kıyılarına doğru çevirdiğimizde kendimizi kırmızının tüm tonlarıyla sahnelenen bir ışık oyununu izler bulduk. Bir saat öncesine kadar gözleri kamaştıran ışık topu uysallaşmış, biraz da mahzunlaşmış bir vaziyette el salladı kendisini uğurlamaya gelen bizlere. Batı ufkunda gözden yitene dek muhteşem bir renk cümbüşü sergiledi.
Bozcaada... Antik çağlardaki adıyla Tenedos... İnsan ruhunun sonsuzluğun derinliklerinden yeniden hayat bulduğu muhteşem doğa harikası...







Hiç yorum yok:
Yorum Gönder